YORULMUŞUM – Yeşim BAŞARAN
Gitmek istiyorum bu şehirden. Başka yerlere sığınmak, kendime yeniden, yeni baştan bir dünya kurmak, o dünyaya sığınmak istiyorum. Gidebilmenin özgürlüğünü seviyorum. Yaşattığı huzuru arıyorum. Şöyle kopup gitmek, hiçbir yere gitmek, hiç olabilmek.
Aslında ne kadar yorulmuşum. Sıradan, öylesine giden bir yolun sonunda, dolambaçsız sokaklardan geçip de vardığım, merdivensiz, düzayak bir ev olsun. Dört duvarı olsa bile olur, başımı sokacak bir dam işte; bir tencere yemek pişirip bulaşığımı da kenarında yıkayıvereyim yeter. Bir ada mı olsa acaba? Ne bileyim öyle biraz mahrumiyet olsun ki kalabalığı, geleni gideni, gürültüsü, hengâmesi de az olsun. Evet, ada olsun. Öyle günde iki bilemedin üç sefer gelsin vapurlar, şöyle usulca yanaşsın kıyıya, ipi atsın çımacı sonra iskeledeki siyah şapkalı adam ipi tutup bağlayıversin dalgalardan ıslanmış ağacın gövdesine. Arada elektrikler de gitsin. Mum yakalım ya da gaz lambası. Telefonu şarj etme derdi de olmasın. Hatta hepten kapansın telefon. Zaten televizyonu hiç açmayayım. Radyo dinlerim hem o pille de çalışır. Belki ‘Arkası Yarın’ radyo tiyatrosu bile olur. Saat altıda başlar, tam havanın karacağına yakın vakitlerde. İnsanlar telaşlı telaşlı evlerine yetişmek için akşam serinliğinde yürürken… Nereden nereye geldim ben? Anılar duydu sesimi, yine çağırdılar beni! “İçimi döküp biraz rahatlayayım.” deyip mırıldanırken zihnim susmuyor ki, inatla sesleniyor. Hangi anını hatırlıyorsun? Hadi düşün! Hatırlarsın sen, numara yapma! Bak hatırladın işte!
Yıl 1977. Akşamları elektrik kesintileri olurdu. Ortaokuldaydım. Okuldan eve gelişim dördü geçerdi. Öyle aç gelirdim ki okuldan, annem, ‘‘Kızım bak fazla yeme akşam yemek yiyemezsin.’’ derdi ama dinlemezdim çünkü hiç dayanamazdım! Hele de o gün annemin apartman günüyse değmeyin keyfime. Börekler, pastalar, kekler… Bir muzlu rulo pasta yapardı annem bir de kedidili çikolatalı pasta. Mercimekli köfteyle kıymalı böreğini de bir yiyen bir daha unutamazdı. Gel de yeme şimdi onları bulunca! Akşam yemeğine kadar ödevleri biraz olsun toparlamak için beş buçukta derse otururdum. Kardeşim daha küçük, beş yaşında pek laf dinlemezdi ama ders çalışmaya oturunca anlar uslu dururdu. Salondaki siyah, sarı benekli masanın en başına oturur defterleri, kitapları yayardım ortalığa. O da sağ yanımdaki sandalyeye, minik boyuyla uğraşıp çıkar, merakla beni seyrederdi. Keyfim yerindeyse ses etmez ona da kâğıt kalem verirdim, yanımda oturur boya yapardı. Ev sobalı, mevsim sonbahar, kış kapıda, saat beş buçuk dedin mi hava birden kararıverirdi, saatlerin bir ileri bir geri alındığı zamanlardı. Sonra ışıklar kesilir, gaz lambası ortaya çıkar, bir de uzun beyaz mumlar; bakkaldan aldığımız, gazete kâğıdına sarılan hepsi aynı boyda, mat beyaz mumlar. Öyle şimdiki gibi rengârenk, çeşit çeşit, kokulu mumlar yok ki. Belki var da bizim haberimiz yok memur ailesiyiz biz, İstanbul’da bir maaşla çocuk okutan orta halli bir aile bizimki. Annem radyo dinler, pilli radyo. Babam işten dönmeden, akşam yemeği hazırlığı başlamadan önce, o bir saatlik zamana sığan, içime sızan huzur. O huzuru istiyorum. Yanan gaz lambasının yuvarlacık camında gördüğüm çocuk yüzüm, neredesin? Salon camının önündeki yeşil kadife koltukta oturan annemin gölgesi, bir kulağı radyoda, Arkası Yarın’da olacakların heyecanında, mumun ışığı kıvırcık sarı saçlarına vurmuş kardeşimin kara gözleri annemde, aklım biraz radyoda, azıcık derslerde çokça da okulda bakıştığım platonik aşkımda. Neredesiniz?
Kayboldum. Ne kadar yorulmuşum aramaktan. Bulun beni. Gideceğim bu şehirden…
–
Fotoğraf: Halime KOÇ